Tam 2 ay oldu evet bu nasıl
olduğunu tanımlamakta hala zorlandığım ülkeye, şehre geleli… Hayat insanı hiç tahmin
edemediği yerlere sürükleyiveriyor ve bizler yazgımızı şaşkınlıkla izlemekle
yetinip, olayları sebep-sonuç ilişkisine bağlama çabasına giren aciz kullar
olarak hayata tutunuyoruz. Evet 2 ay… Buraya geldiğim ilk günkü hissiyat hala
kafamda capcanlı ve taze. Ve şunu anlıyorum ki, acı da çeksek doyasıya, ağzımız
kulaklarımıza varana kadar eğlensek de bu hayat geçiyor ve geçen her saniyenin
benliğimize olumlu bir katkıda bulunmasını sağlama çabası içinde olmak sanırım
bu hayatı anlamlı kılıyor. Uzun zamandır yazmıyorum, yazamıyorum, tembellik
diyelim, zamansızlık diyelim, ne dersek diyelim. Bu iki ay bana elbette birçok
şey öğretti. Bir kere Avrupalılarla ilgili okuduğum, duyduğum şeylerin
gerçekliğini gördüm ve bu bana garip gelse de bazı şeylere şaşırdım. Olamaz
dedim ve ben bunları sadece efsane niyetine abartı olarak dinlerdim dedim kendi
kendime. Burada hayata çok başka pencerelerden bakıyorsun işte. Bu insanlar
bana sanki hiç dertleri yokmuş gibi görünürken içten içe kendi ülkemi, kendi
şehrimi, kendimi sorgulama içerisine giriyor ve çok karmaşık bir dünyanın içine
giriveriyorum. Okuldan yurda gidiş-dönüş yaptığım o 1 saatlik yürüyüş sanki ben
sorgulayayım, hayal kurayım, kendimi kaybedeyim diye hayatımın içine konulmuş
bir eylem gibi. Evet burada hayat sakin burada herkes sakin, burada eğlence ve
alkolün etkisiyle atılan çığlıklardan başka çığlık duymadım ben. Burada herkes
mutlu sanki. Burada arabalar kaza yapmıyor sanki. Burada hayat pahalı sanki.
Burada kışlar çok soğuk sanki. Burada din yok sanki. Burada görkemli kiliseler
var sanki. Burada, burada… Buradan ayrılırken burası hakkında ne düşüneceğimi
ziyadesiyle merak ediyorum ve gerçekten hayata anlam vermekte artık daha çok
zorlanıyorum...
18 Kasım 2012 Pazar
8 Kasım 2012 Perşembe
Ve
Nihayet Büyük Buluşma/Hatice Tepe'ye ithafen
Perşembe günü 15.30 gibi ayrıldım
Urbino’daki yurdumdan ve çıktım gene uzun bir yola. Hatice, Urbino’dan yaklaşık
1 saat otobüs, 3 saat tren yolculuğunu kapsayan 4 saatlik bir uzaklıkta
yaşıyordu. Ve 20.40’da varmıştım Pescara'ya. İstanbul’da telefon yoluyla
tanıştığım, Mersin’de yaşayan Hatice ile gerçek dünyada karşılaşma şansına sahip olmuştum sonunda evet. İlk karşılaşmaların insanda uyandırdığı o heyecan elbette
ki bende de vardı lakin onunla internet, telefon vs. yollarla çokça iletişim halinde
bulunmuş olmak heyecanımı azaltmıştı. Pescara’daki ikinci Türk olan Alp ile
beraber beni almaya gelmişlerdi. Alp de burada ‘ingilizce öğretmenliği’ okuyan
bir meslektaşımdı ve bu da beni bir hayli sevindirmişti. Ve daha da güzeli beni
almaya bisikletleriyle gelmişlerdi. İstasyondan eve Hatice’nin önünde aynı
bisiklet üzerinde gitmek Pescara’da yaşadığım ilk güzel macera olmuştu.
Yıllardır bisiklete binmiyordum ve o
vakit bunu ne kadar da çok özlediğimi anlamıştım. Hep beraber Hatice’nin 2
İtalyan ile paylaştığı evine gitmiştik ve akşam yemeği vaktiydi. Evet Hatice bana
tam da Akdeniz mutfağı tadında çok güzel şeyler hazırlamıştı ve İtalya’da,
alıştığın bir tadı alıyor olmak hakikaten tarifi zor bir şeydi. Gerçekten
Hatice’nin yemekleri çok lezzetliydi. Hatice’nin ev arkadaşları Giorgia ve
Martina ile tanışıp beraber yemek ve çay faslı ve muhabbet ile geçmişti
gecemiz. Çaydanlıkta demlenen çay ve samimiyet denen kavramı hissedebileceğim
bir mekân. Evet insan, en çok da alıştığı şeyleri arıyordu, başka bir şey
değil. Ve sanki bu, Hatice’yi ilk görüşüm değildi. O sanki benim alıştığımdı. Gece
3 gibi uyumuştuk. Pescara’da ilk gün ertesi güne kayan bir hal içinde böyle
sona ermişti.
18.10.2012
28 Ekim 2012 Pazar
Şimdi Roma Zamanı
Günlerdir
gidip gitmeme konusunda tereddüt ettiğim Roma’ya gitmeye karar verdim nihayet.
Yağmur yağıyordu ve Roma da yağmurlu olacak gibiydi ama seviyordum yağmuru,
aldırmadım. 10.30 gibi yurttan ayrılıp, yolda acıkacağımı düşündüğüm için
Urbino’da tanıştığım Faslı Müslüman arkadaşım Lubna’nın çalıştığı dönerciye
gittim ve o da ordaydı. Buna çok mutlu olmuştum ve onunla biraz sohbet ettikten
sonra bir döner(3,5 €) sipariş etmiş, Cuma’sını kutlayıp Türkiye’den getirdiğim
kokulu tesbihi ona hediye etmiş ve dönerimi alarak Urbino’dan Pesaro’ya giden
otobüslerin kalktığı durağa gelmiştim. İnsanın dikkatini ya kendine çok
benzeyenler ya da hiç benzemeyenler çekiyor ya benim de öyle oldu işte. Durakta
gördüğüm başörtülü kadına yaklaşarak ‘di dove sei?(nerelisiniz?)’ sorusunu
yöneltip başlamıştım kadınla konuşmaya ve bu 40 yaşlarındaki bayan da Faslı
olduğunu söylemişti. İtalyanca, Arapça ve Fransızca bildiği için mecburen
sohbetimiz İtalyanca olmuştu. Hakikaten insanlar konuşa konuşa dedim kendi
kendime ve kadınla sohbet etmeye başladık. Bir süre sonra beklediğimiz otobüs
gelmişti ve aynı otobüse binmiştik. Ona Kurban bayramından bahsetmiştim ve
bayramda beni evine çağırmıştı ve beraber o bölgedeki bir camiye gidebileceğimizden
bahsetmişti. Bir süre sonra yanımdan ayrılmıştı ve yalnız çıktığım bu
yolculukta Rabbim’in beni hiç yalnız bırakmadığını görmek beni hakiki anlamda
mutlu ediyordu. Bu yolculuktaki tereddütümün tek sebebi yalnızlıktı lakin
yalnızlık bazen gerçekten paha biçilemez oluyor, bunu daha iyi görüyorum. Konuya
devam etmem gerekirse, Faslı kadın benden yaklaşık 50 dk. kadar önce indi ve
bana evinin adresini verip tarif ederek benden ayrıldı. Gerçekten ‘mü’minler
ancak kardeştirler’ ve bunu hissetmek harikaydı. İnşallah bayramda onları
ziyaret etmeyi çok istiyorum. Saat 13.00 gibi Pesaro tren istasyonunun ordaydım
ve acele etmem gerekiyordu. Çünkü Roma’ya giden tren 13.09da kalkacaktı.
İstasyona gelir gelmez makinelerin birinden hızlıca biletimi alarak 2.perona
doğru yol aldım ve treni beklemeye başladım. İstasyonda beklerken Pesaro’ya
geldiğim ilk gün aklıma gelmişti ve zaman dedim kendi kendime, ne kadar da
çabuk geçiyor böyle! Bir süre sonra trenimiz gelmişti ve Falconara Marittima’da
inip başka bir trene aktarma yapacaktık. 13.56 gibi Falconara Marittima’daydık
ve 14.00te direk Roma’ya gitmek için yol almıştık. Trende bilgisayarımı açıp
hosteller ve Roma ile ilgili yaptığım araştırmaları okuyup gerekli olanları
küçük defterime kaydettim. Ve evet saat 15.38 ve ben şu an bu satırları, bu
hatırlanası satırları yazmakla meşgulüm. Ve sanki bu bir Eskişehir ya da Konya
yolculuğu… Bu tren, bu hissiyat… Evet
evet ‘ömür kısa, kuşlar uçuyor’.
12.10.2012
15.41
9 Ekim 2012 Salı
Hayatta
öyle vakitler vardır ki ‘şimdi ben ne yapacağım?’ der insan, geriye dönmek
ister, bunun bir rüya olmasını diler. Fakat evet gerçektir her şey, tüm
yaşananlar. Yayından çıkan bir ok, raydan çıkan bir tren, ağızdan çıkan bir
söz… Yaşamı anlamlı kılma çabası içinde en acınacak vaziyette görürken kendimi,
artık bu anlamı bulacağım konusunda da fazlasıyla umutsuzluk içindeyim. Bu
umutsuzluk halinden rahatsız oluşum hala bu umutsuzluğu bile
içselleştiremediğim ve kabul edemediğim manasına geliyor besbelli ama ne olursa
olsun insan olarak, hele hele de bir kadın olarak hayata bakışımızdaki o
duygusal tarafı bir türlü kenara atamıyor, gerçekleri kabulden bazen çok fazla
kaçıyoruz. Gerçekler neden acıdır, ya da gerçekleri acılaştıran biz miyiz?
30.09.2012
17.30
Urbino Günlükleri 4
Bugün tam 10 gün olmuş buraya
geleli ve ömür bir hayal gibi geçiyor, ne garip. Burayı bir sıfatla
tanımlayacak olsaydım ‘masal şehri’ derdim. Sokaklarda yürürken, o içlerinde
sanki insan yaşamıyormuş da orda müze olarak duruyorlar hissine kapıldığım evlerin,
sokakların arasından geçerken dalıyorum hayal alemine. Burada yalnızım, gene
yalnızım. Yalnızlığı seven biri için gerçekten ayrı bir güzellik taşırken
buralar, günlerim İtalyanca’nın bana meydan okumasıyla ve onu anlamlandırma
çabası içinde geçiyor. Yaşadığım melankolik hali artık gerçekten kendim için
çok tehlikeli bulmaya başlamışken buralara gelmek melankolimi daha da
şiddetlendirdi desem yeridir. Dünyaya artık gerçek anlamda ‘Mü’min’in zindanı’
deme noktasına gelip, bundan sonrasında da hayatımda nerde olursa olsun bu
zindanı yanımda taşıyacağımı ziyadesiyle anlamış bulunuyorum. Ciddi manada
hayatımız başkaları tarafından tanımlanıp sunuluyor ve kimse kendine kendi
başına bir anlam katamıyor. Ne acı!
25.09.2012
4 Ekim 2012 Perşembe
Urbino Günlükleri 3
Birkaç
gündür hiçbir şey yazamadım. Zaman sadece İstanbul gibi büyük kentlerde bu
denli hunharca hızlı geçer zannederdim, yanılmışım. Zaman, burada da çok hızlı
ilerliyor ve ben bu birkaç günümü yazmaya bir türlü fırsat bulamadım.
Pazartesinden itibaren anlatmaya başlayacak olursam Pazartesi günü okula kayıt yapmak için Erasmus ofise gittik
ve bir hayli sıra vardı. Orda dordurulması gereken birtakım evrakları
doldurduktan sonra nihayet sıra bana geldi ve orada beni Lucia adında 28
yaşlarında bir hanımefendi karşıladı. Ve bana yapmam gerekenleri anlattı. Bunun
yanında bizim üniversiteden önceki yıllarda gelen Nurcan ve diğer arkadaşlarımız
sayesinde bizim okulumuza tanıdık bir tavır sergiledi ve Nurcan’dan bahsettik o
zaman. Bu beni ziyadesiyle mutlu etti ve Lucia gerçekten çok sıcakkanlı ve
güler yüzlüydü. Onun böyle tavır sergilemesi çekilmez olan resmi işlemlerin
yükünü biraz daha kolaylaştırıp içimi ferahlatıyordu. Bana aynısından 3 tane
bir takım İtalyanca kağıtlar verip onları E.R.S.U’ya götürmemi ve öğrenci
kartımı ordan almamı söyledi. Ayrıca Avrupa dışından gelen bir milletten
olduğum için oturma izni almamı söyledi ve bunun hakkında bana birtakım
bilgiler verdi. E.R.S.U’dan öğrenci kartımı aldıktan sonra İtalyanca
seviyemizin ölçmek için yapılacak sınav için bize söylenilen binaya gittim.
Sınav saatine daha 2 saat kadar vardı ve abdestimi alıp boş olan bir amfide
oturarak namazımı kıldım ve saat 3’te E2 sınıfında sınav için hazırdım. Artık
yüzlere yavaş yavaş alışıyordum ve onlar da beni tanıyordu. Birbirimize
gülümsüyor, İngilizce ve yarım İtalyancamızla bir şeyler konuşmaya
çalışıyorduk. Ve sınav öncesi, kısa bir bilgilendirme sunumu ve hocaların
tanıtımı sonrasında artık sınav kağıtları dağıtılmıştı ve kurstan kalan bilgi
kırıntılarımla sınavı tamamlayıp teslim etmiştim. Sınav sonuçları ertesi gün
beli olacaktı ve hepimiz ona göre sınıflara ayrılacaktık. Sınav bittikten sonra
yurda döndüm ve gündelik işlerimi yapmaya ve hayatımı anlamlandırma çabama geri
döndüm. Ertesi gün sabah çok erken kalkamadığım ve sınıflarımızın belirleneceği
dil kursunu bulamadığım için derse biraz geç girdim. Sınıfım a2b seviyesiydi ve
bu beni doğrusu şaşırttı ve sevindirdi. Gerçekten dil için gösterilmesi gereken
çabayı bir türlü gösterememiştim ve bu seviye beni bir hayli sevdindirdi. İlk
günü oyun vs.aktivitelerle geçirdikten sonra ertesi gün kitaplarımızla beraber
gelmemiz istenmişti. Kurstan 1’de çıkıyorduk ve saat 3’te yeni gelen erasmus
öğrencileri için şehri tanıtıcı bir şehir turu yapılacaktı ve saat 3’te bu tura
katıldım. Şehre ayrı bir hava katan ve adeta şehrin simgesi haline gelen ‘Ducal
Palace’ ve birçok yer gezdikten sonra birbirimizden ayrıldık. Bugünü de bitmiş
ve geçirilmiş sayarak yurda döndüm ve gene kendimi dinlemeye başladım.
18.09.2012
Urbino Günlükleri 2
Sabah 5.30
tren istasyonuna giden ilk otobüse bindik ve istasyona vardık. 6 Türk hep
beraber gittik istasyona. Ve otobüste giderken hala İtalya’da değilim gibi,
etrafımda Türkler var, gece de her şeyi örtüyor dedim arkadaşlarıma. Uçakta
yanımızda oturan, 10 sene İtalya’da bulunmuş beyfendi bize tecrübelerini
aktarıyor, bizleri bilgilendiriyordu. İstasyonda 2miz aynı trene bindik ve
onlardan ayrıldık. Hala yanımda bir Türk vardı ve hala durumun ciddiyetini anlayamamıştım.
Pesaro istasyonuna geldiğimizde ondan da ayrılık vakti gelmişti. Ve ondan da
üzülerek saat 8.33 sıralarında ayrılmıştım. Evet işte her şey şimdi başlıyordu.
Trenden iner inmez bir süre Urbino otobüsü hakkında bilgi almak için çırpındım.
Buradaki insanlar ciddi ciddi İngilizce bilmiyorlar. Bunu hep duyardım ama
inanmazdım doğrusu. Öğrendiğim bilgileri belleğime çağırma çırpınışlarıyla
otobüs biletimi almayı başardım ve durakta beklemeye başladım.09.15te kalkan
Urbino otobüsüyle hayatımda belki de bir daha göremeyeceğim binaların,
villaların, yolların, yapıların arasından geçiyorduk, sanki bir köy, tatil köyü
ya da gizemli bir orman görüntüsü veriyordu bana. O an kendime çokça dedim,
nereye Sümeyra, ne yapıyorsun sen? Evet karmakarışık bu zihin durumu ve aşırı
yorgunluk içinde 1 saat kadar yol aldıktan sonra nihayet Urbino’ya varmıştım.
Günlerden Pazar olduğu için gideceğim yurda kalkan otobüsler çalışmıyormuş. Ve
bu sebeple elimdeki o ağır valizlerle, yurda çıkan yokuşu çıkmaya başladım.
Duraklaya duraklaya ve arada sırada yanımdan nadiren geçen insanlardan doğru
yolda olup olmadığımı soruyordum. Çok şükür ki onlar bana beklediğim gibi çok
büyük önyagılarla yaklaşmıyorlar ve hatta bazıları bana’ciao’diye selam
veriyordu. Gerçekten bu güzel bir şeydi lakin burası bana Dünyadan öyle uzak
bir yer gibi görünmüştü ki o anda, etrafında şato ve ormanların bulunduğu
esararengiz, korkunç bir izlenim bırakmıştı. İstanbul gibi mega, kalabalık bir
kentten böyle bir eyere gelmek sanırım insanı dumura uğratıyordu ve evet tam
anlamıyla travma yaşamıştım o anda. Yolun yarısına geldiğimde yürüyüş yapan,
hemşire olduğunu sonradan öğrendiğim bir İtalyan bayan yardım isteyip
istemediğimi sordu. Ben hayır diye ısrar ettiysem de sağolsun küçük valizimi o
aldı ve beni ‘Collegio Tridente’nin resepsiyonuna götürdü. Gerçekten bu
hareketi beni çok şaşırtmıştı ve mutlu etmişti. Burada şöyle kötü bir durum
vardı ki kimse İngilizce bir şey sorsam bilmiyordu ve ben buna inanamıyordum.
Collegio Tridente’nin resepsiyonundaki bayan bana birkaç belge imzalattı ve oda
numaramın da üstünde yazılı olduğu anahtarlığı bana uzattı. Fakat yurt oraya
biraz uzaktı ve sağolsun İnglilizce bilen bir bayan başka bir arkadaşını
bırakırken beni de oraya bıraktı.bu gerçekten çok iyi olmuştu, çünkü yol
gerçekten çok taşlıydı ve yokuştu. Neyse anahtarlığımdaki odayı buldum ve
kapısını açtım. Bu arada inanılmaz yorulmuştum. Fakat her taraf toz içindeydi
ve kirliydi. Bu şekilde hiçbir yere dokunamıyor ve oturamıyordum. Ve bu beni
acil bir temizlik yapmaya itti ve aşağıda bulduğum bir vileda kovasına biraz
çamaşır suyu ile su doldurarak evden getirdiğim temizlik bezi ile temizliğe
başladım. Bu arada iki yan odamda iki kız vardı ve onlarla tanışmaya gittim ve
onlardan da iki tane temizlik malzemesi aldım. Kızlardan büyük olanı kardeşini
yerleştirmek için gelmişti ve kızın ablasıydı. Almanyalılardı ve gerçekten
onları çok sevmiştim, çok tatlılardı. Ve asıl arkadaşım olacak ismini telafuz
etmekte zorlandığım Alman kızı gerçekten çok sevmiştim ve onunla çok iyi
anlaşmıştık. Lakin onun odasında bazı teknik problemler vardı ve odasını
değiştirecekti bu yüzden. Ona, henüz bir şifrem olmadığı için internet
şifresini sordum, Türkiye’ye bir şekilde haber ulaştırmak, onları durumumdan
haberdar etmek istiyordum. O da bana bir başka öğrenciden aldığı şifreyi verdi.
Lakin bir türlü girememiştim teknik sebeplerden dolayı. Neyse internetten
umudumu kesip artık yavaş yavaş temizliği bitirmeye ve yerleşmeye başlamıştım.
Tek kişilik odada kalıyordum ve bunun en güzel tarafı ibadetler açısından bana
kolaylık sağlamasıydı. Çok şükür ki namazlarımı kılabiliyordum ve bu benim için
en önemli şeydi. Akşam olunca hava burada bir hayli soğuyor ve üşümeye
başlamıştım. Üzerime kalın bir şeyler aldım ve bilgisayarın başına oturdum.
Neyse ki bu sefer internete girmeyi başarmıştım ve gerçekten buna çok mutlu
olmuştum. Beni merak edenlere bir şeyler yazdım ve onları durumumdan haberdar
ettim. Akşam olunca her şeyin daha da iyi farkına varmaya başlamıştım ve
gözyaşlarımı tutamayıp ağlamaya başlamıştım. Evet elimi uzatsam istediğime
ulaşabilecek bir konumda hissederken kendimi şimdi her şeyden ve herkesten öyle
uzakta gibi görüyordum ki kendimi… Bu yalnızlık, uzaklık ve sessizlik beni çok
korkutmuştu ve ‘ne yaptım Allah’ım ben?’ demeye başlamıştı içimdeki ben. Bir
süre böyle acı ile ve ağlayarak geçmişti ve ertesi gün okula gitmem gerektiği
için yatmaya karar vermiştim. Yattım lakin çok soğuktu ve üzerime bir battaniye
almalıydım, o da yoktu. Yarın bir tane mutlaka edinmeliydim. Üzerime nevresimin
örtüsünü ve kışlık mantomu örttüm ve karmakarışık bir ruh haliyle gözlerimi
yumdum. Her şey bilinmezdi ve o yüzden korkunçtu. Bildiğim tek Varlığa
sığınarak, O’ndan güzellikler umarak uykuya dalmıştım.
16.09.2012
Urbino/Collegio
Tridente
21 Eylül 2012 Cuma
İtalya/Urbino Günlükleri-1
İtalya saati ile 01.30 civarlarında ayak bastık Bologna topraklarına. Birkaç gündür üzerimdeki hâkim duygu heyecandan çok korkuydu. Ve gitmeden birkaç saat önce, tam da her şeyin farkına varmaya başladığım o vakitlerde duygularım daha da netleşmeye başlamıştı. Evet artık hüzün, sevdiklerinden ayrılmanın verdiği o derin üzüntü başlamıştı hâkim olmaya. Bunun yanında başka bir korkum da Müslüman kimliğimin içine gördüğüm toplum için nasıl bir yorumlanma sürecinden geçeceğiydi. Ama herkesten dua alarak evden ayrılmanın rahatlığı gerçekten insanın üzerine işliyordu. Buraya gelmeye yakın çok kereler vazgeçme eşiğine geldim desem yalan söylemiş olmam. Kendime hep ‘ne yapıyorum ben?’ sorusunu sordum bu sıralar ve dibini göremediğim bir kuyu gibi oldu o vakit tüm düşüncelerim. Aslında yaşadığım her şeyi ifade etme hevesi içindeyken bu uyku ve yorgunluk hali beni alıkoyuyor. Şu an saat 5.30 da kalkacak olan Bologna-merkez otobüsünü beklemekteyiz. Ve burada Boğaziçi Üniversitesi’nden 3 kızla tanıştım, hepsi de çok tatlı ve hoşlar. Ve evet hala Türkiye’de olmadığımı fark edemedim desem hiç yalan olmayacak. Gece gene her şeyi kapatıyor, insanın farklı bir ülkede olduğunu hissetmesine sebep olacak her türlü şeyi bizden saklıyor. Geceler burada sessiz, geceler burada İstanbul gecelerine hiç benzemiyor. Ve şimdi gözlerim sonuna kadar açık, sabah namazını bekliyorum, sabahın hayrını umarak ve isteyerek…
16.09.2012
04.04 Bologna Havaalanı bekleme salonu
11 Şubat 2012 Cumartesi
Nerde tüm insanlar diye bir ses işitti. Bulamıyordu hiçbir insanı etrafta. Acaba herkes öte dünyalara göçmüştü de bir tek o mu kalmıştı bu dünyada? Peki, o zaman etrafta gördüğü tüm bu siluetler sadece bir halüsinasyon muydu ya da gölgeler yığını mıydı? Bir başına kalmış herkes… insan insana bu kadar muhtaçken insan insandan yoksun. Herkesin gözleri kapanmış, kulakları duymaz olmuş, elleri işlemez, ayakları yürümez olmuş. Herkes herkesle ama yalnız… “Yalnızlık hiç de tanrısal değil” dizeleri dile gelmeye başladı bile bak.“Bir ben vardır benden içeru” diyen Yunus Emre de gerilerde kaldı artık. Bir ben var, bir ben var dizleri kaldı bize. Ben ve ben çok mutluyuz, en azından öyle görünmeye çalışıyoruz az mı? ‘Yok yok burada’ diyen tezgahlarda her şeyi bulabiliyoruz hem hiç gerek yok tasaya. Ama bu tezgahları kaldırmaya başladı zabıtalar yavaş yavaş, ne yapmaya çalışıyorlar anlamadım ki.. Ama kaldırsınlar, ben ve ben mutluyuz. Ama yok şimdi ortaya ihtiyaç kuramı, iş bölümü, alt sınıf, üst sınıf çıktı. Ben ve ben mutluyduk, bulaştıracaklar illa beni sana, size, onlara..Ve çocuk düştüğü sokak çukurunda elinden tutup kaldıracak birini aradı. Etrafında sel yığını gibi bir insan yığını vardı ama gözleri kör, kulakları sağır, elleri, ayakları işlemez yığınlar… ne yapmalıydı artık? En iyisi belki de düştüğü çukurda ömrünü geçirmekti. Çünkü etrafta kimsecikler yoktu.
07.05.2010/00.17
![](https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgcBVoDQzxhvLm-1sP2lAi6I0ItPjuljE-Gmh1JvUw0E7ybGF5jaqZO-oe2iTPDihbl8i4Lft0v_P3raQpDH-wtuVEDh-wr46Zs-rh_qKTP7goLYMYChNzMFs-b94CWv6KlzEYVFNUSxdk/s320/390782_235216886555204_122880887788805_522636_605594241_n.jpg)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)