13 Eylül 2013 Cuma

"Bilemem insan nerenin yerlisidir"

Urfa’nın etrafı dumanlı dağlar aman aman..

Sürüklenen sadece yapraklar değil,en şiddetli rüzgarlara maruz kalan bizleriz diyorum şimdi kendi kendime.. Şanlıurfa/Suruç.. Şiddetli bir rüzgar beni İstanbul’dan taa buralara sürükledi ki bunu benim aklım dahi almıyor şu an. Şunu anlamak zor değil: hayat her an her şeye gebe..

Urbino gibi küçücük bir İtalyan şehrinde geçirilen 10 ayın beni Suruç’ta yaşama konusunda ne kadar cesaretlendirdiğini söylesem de kendime, Urbino nasıl çok ayrı bir dünyaysa benim için, bu topraklar da o ayrı dünyanın diğer bir yarısı…
Gaziantep havaalanından Suruç’a gelirken, iki tarafımda sıralanmış çorak düzlükler bana film sahnelerini anımsattı. Gidiyoruz, yürüyoruz, koşuyoruz… Ve gene diyorum."Bilemem insan nerenin yerlisidir."

Ama burada olmanın bana kazandıracağı şeylerin hayali ve düşüncesiyle kendimi bu dünyanın en azından geçici yerlisi yapma gayretlerim yavaş yavaş işe yarayacak inşallah. İdealist öğretmen hikâyelerini bir nebze olsun anlamam ve belki de o hikâyelerin yazarı olmam burada mümkün neticesinde.

Bir şehir bize kendinde kaybolma imkânı tanıyorsa sanırım biz o şehrin bize tanıdığı bu lükse ‘özgürlük’ diyoruz. Bu şehirde kaybolmak çok zor lakin insanın kendini kaybetmesi de en az onun kadar zor. Bu şehirde hayatımın film şeridi sükûnete, yavaşlatılmaya uğruyor. Bu şehirde her birey bir Truman show başrol oyuncusu.

Aslında ne yalan söyleyeyim, yeni bir dil,yeni bir dünya, yeni insanlar,her şey yepyeni.. Sanki yeni bir Erasmus periyodu gibi geliyor her şey bana.. Ve geçen sene Eylül ayının dejavusunu yaşıyorum desem belki de abartmış olmam. Lakin bu dejavu ne kadar devam eder, o konuda bir hayli tereddüt içindeyim.

Kısacası burada şaşırıyorum.. Şaşırabiliyorum. Şairin de dediği gibi:


“Şaşırmazsam, insan kalamam.”



24 Haziran 2013 Pazartesi


      İDEAL KENT ÜTOPYASI
      MASAL GİBİ BİR ŞEHİR
                           URBİNO

“İnsanlar
hangi dünyaya dikkat kesilmişse diğerine sağır
o ferah ve delişmen birçok alınlarda
betondan tanrılara kulluğun zırhı vardır”
İsmet Özel

Hangi kente adım atsam İstanbul’u arıyordu gözlerim. Ruhum her kentte biraz İstanbul havası arıyor her yeri ona benzetmeye çalışıyordu. Lakin bu kent çok başka bir kentti… İstanbul’da ne yoksa burada var, İstanbul’da ne varsa burada yoktu. Burası tarifi zor ama yaşanılası bir kentti. Dünyadan çok çok uzakta herkesin unuttuğu bir kentti.

 Bu şehir İslam coğrafyasından bir yer değil, haçların gökyüzünde boy gösterdiği, Kuran’ı henüz tanıyamamış ve ondan mahrum kalmış bir kentti maalesef. Lakin bir gün buraların İslamlaşmış olabileceği düşüncesi sanırım benim için en büyük hayal olabilirdi şu an için.  

Bir kentte sizlerin aradığı nedir bilemem ama ben bir kente girer girmez onda ruh ararım. Ve onun kalbine giden yolların ne olduğunu anlamaya çalışırım baktığım haritanın çizgilerinin arasında gözlerim yol alırken ve beni o kente getiren yolların arasından geçerken. Bir kentin nasıl ruhu olabilir, bir kent yaşayan bir şey midir ki ruhu olsun, bu da sanırım Ahmet Hamdi Tanpınar’dan ve İstanbul’dan öğrendiğim bir şey. İnsanoğlunu ruh sahibi olmak nasıl anlamlı kılıyorsa bir şehri de o kadar anlamlı kılıyor işte. Girdiğiniz sokağın sıradanmış gibi bir hissiyat vermemesi, sizi taşlarına basarken adeta faklı bir dünyanın içine götürebilmesi, sizlere yaşanmışlıkları, tarihi haykırabilmesi, insan olduğunuzu hissettirebilmesi, farklı bir huzur sunması her kentin harcı değil. Yürüdüğünüz sokak sizleri şehrin ve şehirlilerin kalbine götürebiliyorsa o şehirde özel bir şeyler olmalı bence. Evet şu an bahsedeceğim kent tam da bu saydığım özellikleri taşıyan ve bana hissettirdiklerinin ancak buradaki havayı solumak suretiyle anlaşılabileceği bir kent… İtalya’nın Marche bölgesindeki yüksek yüksek tepelere kurulmuş, bol yokuşlu, etrafı surlarla çevrili küçücük, şirin Urbino kenti…

Urbino, Avrupa’lılar, özellikle de İtalyanlar için çok önemli yere sahip bir şehir öncelikle. Avrupalılar karanlık çağlarını Urbino gibi ziyadesiyle küçük ama birçok sanatçılar yetiştirmiş olan bu kent sayesinde atlatma çabasına girmişler ve İtalyan Rönesans’ını başlatan sanat hareketlerinin belli başlı sanatçılarını ve bilim adamlarını yetiştirmeyi başarmışlardır. Birçok Rönesans sanatçısının çıraklık dönemi burada geçmiştir. Kentin ruhu vermiş olmalı tüm bu fırsatı onlara.

Tarihsel olarak bakacak olursak ilk çağda İtalyan’nın yerli halklarından Umberlerin kurduğu Urbino daha sonra Etrüskler, Keltler, Galyalılar ve MÖ 3.yüzyılda Romalılar tarafından işgal edilmiş.  9. yüzyılda kilisenin yönetimine giren kent 12. yüzyılda Montefeltro ailesine bırakılmış. Düklük ve ona bağlı kentler 1626'da Papalık Devletleri'ne, 1860'da da İtalya Krallığı'na katıldı. Burayı en önemli kılan şey ise coğrafi anlamda dünyadan çok çok uzaklarda izlenimi veren kentin zamanında bir Düklük merkezi olmuş olması…

Hani İstanbul’da her şey o kadar hızlı ve yoğun yaşanır ya , hani insanlar günün nasıl geçtiğini anlayamaz ve kendini adeta bu yoğunluk içinde bir rüyanın içinde zanneder ya işte burada da sanki her şey ağır çekimde yaşanıyor. Burada kimsenin acelesi yok hiçbir şey için, her şey hissedile hissedile yaşanıyor ve belki de en koşuşturmalı davranışları ben sergiledim alışkanlıklarımın bana verdiği bir hal içinde. İnsanlar birbirlerine selam verirken, alışveriş yaparken, otobüslere binilirken, yürürken hatta koşarken… Her şey kentin havasına uygun bir sakinlikte ilerliyor ki kendimi alamıyorum şu düşünceleri belleğimden geçirmekten: şehrin havası insanoğlunu kendine böyle kolay ve güzel bir şekilde uydurabiliyorsa tüm kentleri Urbino’ya benzetelim.

Bu dünyada ihtiyacımız olan şey şaşırma, şaşırabilme yetisidir ki onun sayesinde farkında olabiliriz çoğu şeyin. İşte bu şehir beni şaşırttı, bu şehir beni çoğu konuda şaşırtıp hep büyük şehirlerde geçmiş hayatıma yeni bir pencereden bakmamı sağladı. Basitlikleri içeren ama bayağı olmayan bir yapının içinde, birbiriyle uyum içinde insanları görmek daha da çok değiştirdi fikrimi elbette. Bir ömür burada yaşamak nasıl bir duygu olmalı merak ediyorum doğrusu.

Evet buralarda kendimi çok yabancı hissettim,ayrı bir dünya görüşü, ayrı bir coğrafya, ayrı bir mentalite.. Herşey ayrı.. Ama insan fıtratı hep aynı. Ve bizler, eşref-i mahlûkat olarak bir şehirde insaniyetimizin farkına varamadığımız an, şehir bizleri çirkin bir dünyanın içine çektiği an, bizleri insani tarafımızdan uzaklaştırdığı an o şehrin fıtrata aykırı çok tarafı vardır ve İbn-i Haldun’un da bize öğrettiği gibi “coğrafya kaderdir.” Ve bizler kaderlerimiz konusunda cüzi irademizi şehirlerimizi insaniyetli yapmak suretiyle şekillendirmek zorundayız.

Urbino’da beni en çok etkileyen şeylerden bahsetmem gerekirse, öncelikle dar sokaklar ve o dar sokaklar boyunca sıralanan, sanki içinde insan yaşamıyormuş da orda müze olarak duruyorlarmış izlenimini veren evlerdir. Ve evlerin balkonların sarkan çiçeklerdir. Burada bir tane bile gökdelen yok inanabiliyor musunuz? Burada bir tane bile apartman yok hatta. Hem doğada yayılan keçileri görebilirsiniz hem de İtalya Rönesans’ının en önemli eserlerini. Gökdelenlerin olduğu yer modern kent değildir diyorum hemen kendi kendime yeniden. Aklıma hemen medeniyet kavramı geliyor. Medine geliyor. Her şeyi bünyesinde barındırabilen kutlu şehir geliyor. Bizler şehirleşmeyi, medenileşmeyi çok farklı anladık, şehirleşme bize ahlaksızlık getirdi diye söylenip dururken bir kere daha güçlendi aklımdaki savlar bu şehirle beraber. Coğrafi manada sanki etrafı Karadeniz, yapıları Güneydoğu, kimliği İstanbul gibi bir şehir..

Sabahların uyandığınızda araba sesleri değil de kuş sesleri sizleri uyandırıyorsa, çan sesleri araba seslerine karışmıyorsa ve çan sesini ahaliye duyurmak için hoparlör kullanmanız gerekmiyorsa, toprağa, çeşit çeşit çiçeklere dokunma fırsatını size verebiliyorsa, güneşin doğuşunu ve batışını izlemenizi engelleyen yüksek binalar yoksa ve bunun yanında insanlar kütüphaneleri seviyorsa, kitaplar onları cezp ediyorsa bence bu şehre göz atmanızda büyük faydalar vardır. Teknolojinin var olduğu ama tanrılaşamayacağı bir şehir… Avrupa’da ama kendini korumayı başarmış, geçmişinden kopmamış ama çağın gerisinde kalmamış bir şehir…

Şehirde yürürken aynı kişiyle birkaç defa karşılaşma ihtimaliniz o kadar yüksektir ki bu yüzden belki de bu şehir kendini size ait hissettirir hemen. Sizleri tanımadığı halde “ciao” diye selam veren insanlara şaşırıp kalmanız da oldukça normaldir; ama burada işler tam olarak böyle yürümektedir. Bu şehirde yabancı olmak çok zordur yani. İsmet Özel’in şiirlerinde bahsi geçen “şehrin insanı, şehrin insanı şehrin/kaypak ilgilerin insanı,zarif ihanetlerin.” , “şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin/pahalı zevklerin insanı, ucuz cesaretlerin” türünden insanlara rastlamak da ihtimali düşük bir durumdur.

Şehrin nüfusunun neredeyse tamamını Hıristiyan çoğunluk oluşturmaktadır. Lakin o güzel sokakların arasından geçerken başı örtülü gördüğüm genç bir kız beni umutlandırmaya yetmiştir. Sonradan dost olduğum ve Urbino’nun yakınındaki evlerinde ziyaret ettiğim ailesinden aldığım bilgiler sayesinde öğrendiğim şu olmuştur ki Urbino’da başta Fas, Tunus, Cezayir gibi Arap ülkelerinden göçme bir azınlık Müslüman grup vardır ve elhamdülillah bu güzel insanlarla da sonradan tanışma ve dostluk kurmayı Rabbim bana nasip etmiştir.

Burada da İtalya’yı dünya çapında meşhur kılmış olan yeme alışkanlıklarını görmeniz mümkündür. Elbette ki pizza ve makarnadan bahsediyorum. Pizzanın savaş zamanı yiyecek sıkıntısından dolayı kadınların ellerinde olan malzemeyi bir şekilde değerlendirirken ortaya çıkardıkları bir yemek biçimi olduğu bilgisini öğrenip gülümsüyorum tabi. Marketlerde belki hayatınızda görmediğiniz kadar çeşit makarnalar ve makarna sosları bulmanız, sokaklarda Türkiye’deki dönerciler gibi adım başı pizzacılar görmeniz sizlere İtalya’da olduğunuzu hatırlatacaktır hemen. Akdeniz’in kıyısında bir ülke olması sebebiyle yeme alışkanlıklarımız çok büyük farklılık göstermemektedir ve Akdeniz kültürünün bizlere sunduğu sebzeleri burada da bulmak mümkündür. Bunun yanında zengin kahve çeşitlerinden bahsetmeden olmayacaktır. Espresso, macchiato, capuccino ve daha birçok zengin kahve çeşidi sizleri ne içeceğiniz konusunda oldukça kararsızlığa düşürmektedir. İtalya mutfağına dair bir şeyler söylemek oldukça zordur, çünkü oldukça zengin bir mutfağa sahiptir ve bu da onların da en az Türkler kadar yemeyi sevdiklerini bizlere göstermektedir.    

Urbino’da sadece yürümek ve o havayı solumak bile insana çok şey ifade edecektir eminim. Ve bu küçük kent başta kiliseler olmak üzere birçok tarihi yapıya ev sahipliği yapmaktadır. Lakin başlıca görülmesi gereken yerler üzerine birkaç şey söylemek yerinde olacaktır.

Öncelikle Dük’ün Sarayı(Palazzo Ducale)… Burayı Hristiyan dünyasının gözünde özel kılan şey düklük merkezi olması ve zamanın dükü Federico Mentefeltro ve ailesine ev sahipliği yapmış olmasıdır. Bu saray on beşinci yüzyılın ikinci yarısında inşa edilmiştir ve şu anda Urbino’nun en önemli sembolüdür. Sarayın içinde yer alan Ulusal Marche Galerisi’nde(Marche National Gallery) Rönesans dönemine ait birçok tablo ve eser görmek mümkündür. Şu anda sanat galerisi olarak ziyaretçileri kabul etmektedir. Bu sarayın içine girdiğimde farkına vardığım en önemli şey sarayın yüksek tavanları ve resimlerin neredeyse hepsinin dini figürler üzerine çizilmiş olmasıydı. Tabloların ya da heykellerin hepsi İsa, Meryem ya da havarilerden oluşuyordu. Gerçekten o dönem hakkında bizlere çok iyi fikir verebilecek nitelikte tablolardı bunlar. Rönesans hareketlerini bu dini figürlerle dolu yüzlerce tablo yoluyla yapmış olmaları, bizleri din karşısında bence daha çok düşünmeye itmelidir ki din hayatımızın en elzem parçasıdır ve terakkinin dinden uzaklaşma yoluyla gerçekleşeceği zannı bizim en büyük kaybımızdır.

Bahsedebileceğim ikinci önemli yer ise Dük’ün Sarayı’nın tam yanında yer alan katedraldir. Avrupa’daki her katedral gibi bu da oldukça görkemli, oldukça dikkat çekici… Dış cephesi tamamen beyaza boyanmış, önünde iki tane görkemli heykele ev sahipliği yapan bir görüntü arz ediyor dışarıdan bakanlara. Kiliselerin içi bize hiçbir zaman kendi mabetlerimizin verdiği lezzeti ve huzuru verememiştir, veremeyecektir de. Her kilise gibi karanlık, boğucu bir atmosfer içindedir içerisi.. Karşınıza çeşitli heykeller ve bir büyük İncil nüshası çıkar girişte. Sonrasında dua sırasında oturulması için dizilmiş sıralar, sandalyeler gösterir kendini. Ve tam karşınızda, kendilerince çarmıha gerilmiş bir peygamber heykeli… İçerisi oldukça soğuk, yüksek tavanlı ve karanlıktır. Camilerin bizlere sunduğu o sıcak, samimi havayı hiçbir zaman vermeyi başaramayacağı aşikârdır.
                    
Üçüncü olarak meşhur ressam Rafaello’nun doğmuş olduğu evden bahsetmek yerinde olsa gerektir. Evin içinde Rafaello’ya ait birtakım resimler ve Rafaello’nun kişisel eşyalarını görmek mümkündür. Ayrıca kendisi gibi ressam olan babasının eserleri de burada yer almaktadır. Ressam bir babanın ressam oğlu… Babadan gelme gelenekle kendi dünyasına ışığını saçmıştır Rafaello.

Dördüncü olarak Albornoz Kalesi(Fortezza Albornoz) dir ki burası şehre genel bir bakış atmak ve soluklanmak için oldukça güzel bir yerdir. Tüm kaleler gibi buraya çıkmak da belli bir çabayı, belli yokuşları aşmayı gerektirir. Albornoz Kalesi’nin tam tepesinden Dük’ün Sarayı’nın tamamını görmek ve bir kez daha büyülenmek mümkündür. Albornoz Kalesi’nin avlusu Osmanlı’nın otağ olarak kullandığı alanlar gibidir. Tarihte o bölge de askeri amaçlarla, askerlerin dinlenmesi için kullanılmıştır ve bu anlamda onlar için önemli bir yere sahiptir. Günümüzde piknik alanı gibi insanların oturup dinlendiği, doğayı dinlediği ve Dük’ün Sarayı(Palazzo Ducale)’nı seyrettikleri bir alan olarak işlevsellik göstermektedir.
Beşinci olarak Sanzio Tiyatrosu (Teatro Sanzio)’ndan bahsedilebilir. Bu tiyatro, tarihsel kimliğini binanın dışında haykırmasının yanında içyapısı açısından da bizlere birçok şey söylemek istemektedir adeta. Tiyatronun içi, kendi adıma söylemem gerekirse müzikal tarzda yapılmış batı filmlerinde gördüğüm tiyatro ya da opera salonlarından farksız, birkaç kattan oluşan seyirci bölgeleri ve bu bölgelerdeki süslemeleri ve ihtişamıyla beni ziyadesiyle etkilemeyi başarmış bir yapıdır. Emeğin olduğu her şey farklı bir anlamda görmemizi sağlıyor o şeyi.  Tiyatronun içi ve dışı birbirini tamamlar nitelikte sizleri yüzyıllar öncesine götürme görevini başarıyla yerine getirip sizlere veda ediyor.
Altıncı olarak Carlo Bo Üniversitesi’nden bahsetmek herhalde oldukça yerinde olacaktır ki bu üniversitenin kuruluşu 1506 yılına dayanmaktadır. Üniversitenin tüm fakülteleri tarihsel binalar ve o tarihi atmosferin içindedir. Bu da o üniversiteyi bir hayli güzelleştirmektedir elbette. Şehrin turistlerin dışında nerdeyse tamamı öğrencilerden oluşmaktadır ve sokaklar profesör kaynamaktadır. Lakin buradaki profesörler de şehrin havasını üzerlerinde taşımakta ve gayet mütevazi davranışlar sergilemektedirler. Üniversite, turizm dışında bu şehri canlı tutan en önemli etkendir.
Yedinci olarak Botanik Bahçesi(Botanical Garden)’nden bahsedilecek olursa bu bahçe adından da anlaşılacağı üzere birçok bitki çeşidini içinde barındırmakta ve bitkilere meraklı olanlara birçok bitki çeşidini görme fırsatı sağlamaktadır. Doğal hayata meraklı olan herkesin görmesi gereken bir mekândır.

Ve Urbino’nun en önemli meydanları: Rinascimento Meydanı(Piazza Rinascmento), Cumhuriyet Meydanı(Piazza della Republica)ve Dük Federik Meydanı (Piazza Duca Federico). Meydanlar Urbino’da sosyal hayat faaliyetlerinin yürütüldüğü mekanları etraflarında barındırmaları sebebiyle önemli bir nitelik taşımaktadır. Her şey bu meydanlar etrafından ilerlemekte, insanlar bu meydanlarda buluşmakta, bu meydanların etraflarındaki dükkânlardan alışveriş yapmakta, kafelerinde çay, kahve içmekte kısacası tüm ihtiyaçlarının bu meydanın çevresinde gerçekleştirmektedirler.

Evet, birçok şehirde tarih var, İtalya’nın her tarafı tarihsel yapılarla dolu. Her taraf turistlerle dolu… Lakin Urbino’yu dünyadaki birçok kentten ayıran, onu gezilecek görülecek turist merkezlerinden ayıran çok ayrı bir şey vardır ki, örneğin Roma’dan bahsedecek olursak Roma İtalya için belli başlı turist merkezidir ve adımınızı attığınız her yer turistlerden meydana gelmektedir. Lakin aynı İstanbul’da ya da Roma’da olduğu gibi tarihsel yapılar modern yapıların arasındadır ve bu da o zamanın ruhuna gitmenizde engel teşkil edici bir unsurdur. Lakin Urbino’da otobüsten indiğiniz andan itibaren, hatta Urbino’ya giden otobüse bindiğiniz andan itibaren adeta bir zaman makinesine binmişsiniz gibi şehir sizi ortaçağa götürmekte hiç geç kalmaz. Evet, zaman makinesi tanımlaması Urbino için biçilmiş bir kaftandır. Burada girdiğiniz hiçbir sokak sizi yanıltmaz. Binaların tarihini öğrenmek için bir turist rehberine de ihtiyacınız yoktur ki onlar size çoğu şeyi anlatır bile, azıcık onlarla vakit geçirirseniz.
         
Urbino özellikle Avrupa dünyası için tam bir sanat ve kültür merkezidir. Ve şehir UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası olarak koruma altına alınmıştır. Bunun yanında 2019 Avrupa Kültür Başkentliği’ne aday olarak gösterilmiştir. Bunları bilmek ve görmek bizi kendimizi tanımaya ve medeniyetimiz hakkında bazı farkındalıklara varmaya elbette ki götürecektir. Farklı ufuklar açıp, bizlere “beton tanrılara kulluğun” ne demek olduğunu, şehirlerimize ve bu yolla da aslında kendimize yaptığımız işkenceyi anlatacaktır.


Buraya gelmek için Bologna havaalanına iniş yapıp, yaklaşık 2 saatlik tren yolculuğu sonrası Pesaro istasyonuna gelmeniz ve Pesaro istasyonundan da sizleri Urbino’ya götürecek olan 45 dakikalık otobüse binmeniz yeterli olacaktır. Özellikle büyük şehirde yaşamış olan, ruhunu dinlendirmek isteyen herkesin İtalya’da öncelikli olarak görülmesi gereken yegâne şehirdir. 

13 Şubat 2013 Çarşamba


Bu veda b(aşk)a veda :'(

Hatice'me ithafen...


Anneannemle yaşadığım 5 yıllık üniversite hayatım boyunca, anneannem niyeyse bana hep şu türküyü mırıldanırdı: ''ölüm ile ayrılığı tartmışlar elli dirhem fazla gelmiş ayrılık''. O gitti bu diyarlardan ama benim hayatım onun bana öğrettiklerini tecrübe etmekle geçiyor adeta. Evet 50 dirhem fazla gelen bu şey içime işledi seni bırakıvermek zorunda kaldığım hava alanının o son kapısında... Bu yazıyı ne kadar da sana ithafen yazdığımı ifade etsem de aslında her şey ne zaman sizi özlesem sizi bana getirsin, size dair kaybolmayacak bir şeyler elimde kalsın diyedir.Paris'te defterine yazdığım gibi: 'söz uçar,yazı kalır cihanda, eyvah!!'. 

Hayatımın İtalya sayfasını açtığımda hatırlayacağım ilk şey muhakkak ki 'Hatice' kelimesi olacak.. Hazreti Ömer efendimiz bir insanı gerçekten tanımak için, onunla bir müddet birlikte bulunmak, alışveriş yapmak ve yolculuk etmek gerektiğini söylemiştir. Ve ben sanki bu süreçlerden geçmeden önce de seni öyle iyi tanımıştım ki, öyle berrak öyle yalansızdın ki…En güzel halin muhakkak ki gülen halindi, gözlerinin güldüğü anlardı.. Bunu en çok da ailenle konuşurken görürdüm, gözlerin ışıldardı. Her gün bana ‘ikizler’ burcu fal yorumları okuyup okuyup aşk dünyamızın umutsuzluğunu hatırlatıp, ne zor karakterli olduğumuzdan bahsederdin  Evet aşka olan inancımız yitirilmişti ama hala gelecek hayalleri kurmayı başarabiliyorduk gene de seninle. Senin hakkında anlamlandıramadığı tek şey, ‘depresyonda olduğunu duymak’ olmuştu. Bu, hayat dolu, neşe dolu, cıvıl cıvıl, gülücükleri etrafı aydınlatan şen insanın bu halde olmasını anlamlandıramamıştı sınırlı aklım. Bunu sonradan daha iyi anladım ki, neşe dolu insanlar acılarını içe gömer ve etraflarındaki insanların sıkıntılarını bazen kendi sıkıntılarının önüne koyarlardı.Seninki de öyle bir dünyaydı işte bebeğim.

Sana dair hatıraları yazmak İtalya hayatımın şimdiye kadarki yarısını anlatmak olacak adeta. Seninle Urbino, Pesaro, Floransa, Pisa, Venedik, Benevento, Campobasso , Paris, hostel odaları, sokaklar, caddeler, evler, kiliseler, çanlar, trenler, biletler… Elinden içilen çaylar, yaptığın mükemmel yemekler, asık suratımı hemencecik güldürecek nükteler, espriler, sözler… Ah Hatice’m her şey öyle tarifsiz kalıyor ki seninle yaşadığım şu kısa ama ömürlük hikâyemi anlatmaya… Evet biliyorum ki inşallah 5 ay sonra aynı toprak parçasına ayak basıyor olacağız ama hiçbir şey şu bize ‘yalnızlığımızı’ haykıran topraklarda paylaştığımız şeylerin tadını veremeyecek bana bunu biliyorum. Ama yanına geldiğimde seni kırmızı bir arabanın içinde, bir üniversite kürsüsünde göreceğime olan inancım tam, o yüzden içim rahat…

Ve elbette güzel kardeşlerim "Eri ve Alp…"Ne zaman dara düşsek, nutkumuz tutulsa, üstün dil yeteneğiyle hayatımızı berraklığa kavuşturan,her konuda söyleyeceği bir sözü olan, sorduğumuz İtalyanca kelimenin Türkçe karşılığını verip beni şaşkınlığa götüren ve bizi güzel yüreğiyle kendine hayran bırakan Eri... Güzel ailesinin bize hiçbir şekilde ailemizi aratmayan samimiyeti, güzelliği...Annesinin Türk yemeklerini aratmayan nefis yemekleri… Koyu yeşil gözleri ve pamuk gibi tüyleriyle Jesi:) … Ve benim ruhum yaşlanmış, 'neyleyim nüfus cüzdanındaki tarihi' benzerinden cümlelerle, harika ve ilginç film önerileriyle, cümlelerinin arasındaki 'evet...evet...' süslemeleriyle, 'bir daha bahsetmeyeceğim ama Cem Yılmaz'ın şöyle de bir esprisi vardı' deyip bizi durmadan neşelendiren, konuşmadan beni anladığını bildiğim, hiçbir düşüncemi açıklamak durumunda kalmadığım, aynı süreçlerden geçmiş olduğumuzdan emin olduğum ve adeta ‘surat asmak hakkımız’ diyerek gülmeyi pek sevmeyen adam,Alp…

Sizlerle kıldığım namazın, içtiğim çayın, yediğim pizzanın, ilk defa oynadığım bowlingin(Alp sonuncu oldu, neyse ki ben değil :)),ettiğim sözün, yediğim dondurmanın bile tadı ayrıydı. Bir kere daha anladım ki, hayat paylaşınca güzel.

Torbalar burada kalsın, ben biraz dünyayı dolaşıp geleceğim :) Urbino’dan Pescara’ya/Mersin’e selamlar…

Sizleri çok seviyorum.
Hepinizi çok özleyeceğim…


Urbino/14.02.2013- 02.55

10 Şubat 2013 Pazar


Milano...

Dün 16.00 sıralarında varmıştık Milano Merkez tren istasyonuna. Gittiğim her büyük şehrin beni biraz korkutan, biraz da boğan niteliği burada da kendini gösterdi ve bu şehir istasyondan çıkar çıkmaz bana bir Ankara havası savurdu. Elimizdeki tarif ve göstergeler doğrultusunda 17.00 civarlarında hostelimize varıp odamıza yerleşmiştik. Biraz dinlenip, dışarıda bir şeyler yiyip şehre genel bir bakış atmaya karar vermiştik. Yağmur yağıyordu bizi sırılsıklam edebilecek kadar. Sokaklarda dolaşırken önümüze çıkan Bangledeş kökenli  bir beyfendiye Milano’da bize bir şeyler yiyebilmek için öneride bulunmasını istemiştik ve bize önerdiği İstanbul kebapçısına doğru yol almıştık. Yalnız artık kebap yemek istemiyorduk evet ve bu dükkanda başka bir şey olmadığını öğrenince Hatice’yle restoran arayışımıza devam etmiştik. Ve restoran arayışımız gene bir Türk restoranında son bulmuştu. Burayı bulduğumzda sanki cennetten bir köşe bulmuş insanların sevinciyle bir yandan yemekleri inceliyor, bir yandan da restorandaki 2 Türkle insanımızın hasretini gideriyorduk. Ve İtalya’daki ikinci pizzamı burada yemiştim. Evet yemeğimizi yeyip oradan da ayrılmıştık ve hostelimize dönmüştük. Yarın ne yapacağımızın planını yapmış ve ertesi gününde Milano’nun ünlü Duomo’sunu ve sokaklarını gezip veda etmiştik bu şehre. Bekle bizi Venedik!.. J

28 Kasım





Firenze...

Dün akşam varmıştık Firenze’deki hostelimize ve şükür ki hostelimizi bir hayli kolay bulmuştuk. Hostele doğru giderken Arno Nehri, şehre ilk bakışta aşık olmayı bize bahşetmişti bile daha ilk geceden. Her gece yatmadan önce kararlaştırdığımız ama hiçbir vakit uygulayamadığımız gibi evet bugün de çok erken kalkamamıştık. Kahvaltımızı yapıp öğlene doğru başladık bu ‘İtalya Rönesans’ının başladığı sanat ve sanatçılar şehrini gezmeye.. Kentler de insanlar gibidir, size verdiği ilk izlenim o kentle olan ilişkinizi gezintiniz boyunca etkiler ve evet Firenze’ye ayak basar basmaz, her bir karesi sanatçısının emeğini haykıran onlarca muhteşem eser ve kenti ikiye ayıran Arno Nehri’nin muhteşem asaleti, bu tarih kokan şehri ikimize de çok sevdirmişti. Bu vakitlerde özellikle İstanbul’da yapılan yeni yapıları düşünüyor ve kahroluyorum daha da çok. Sanat ve emekten uzak her şey ruhunu kaybeder ve İstanbul gibi bir kente ruhunu kaybettirenlerin vicdanlarını nereye bıraktıklarını düşünüyorum İtalya’daki çoğu kentte dolaşırken.. Her eser emeği ölçüsünde değer kazanıyor ve evet Firenze’deki her yapı insana o emeği haykıran bir nitelikte. Burada bir de Maraton macerasına yakalandık. Maraton, müzik, insanlardaki coşku… Bu şehir hayatı yaşanılır kılan türden…

25 Kasım






24 Kasım

Günün anlam ve önemini yapacak bir konuşmayla başlamak gerekirse söze, evet bugün öğretmenler günü ve yanımda bir Türk öğretmen adayı var J Güne, bir meslektaşınla kahvaltı masasında güne dair kutlama cümleleri ve keyifli bir kahvaltıyla başlayıp ardından hazırlanıp ‘uzun yola çıkmaya hüküm giymek’ yeniden ve yeniden… Saat 14.00te Urbino’dan Pesaro otobüsüne binip yaklaşık 45 dakikalık bir yolculuğun ardından Pesaro tren istasyonundan Bologna’ya biletimizi alıp bindik Bologna trenine. Bologna tren istasyonundan çıkar çıkmaz kalabalığıyla, trafiğiyle, yüksek binalarıyla, yan yana dizilmiş onlarca oteliyle, ışıklarıyla, insan seliyle, otobüsleriyle büyük şehir havası başladı esmeye yüzüme yüzüme… Bu hava bana iyi gelmiyor uzun süredir, hele de Urbino’yu gördükten sonra hiç iyi gelmiyor. Bologna tren istasyonunun önünde Hatice ile bankta yediğimiz yemeğin, içtiğimiz meyve suyunun tadını bir daha alabilir miyim biliyorum ama hayat paylaşınca güzel onu bilmem kaçıncı kezinci kez anlıyorum. Bologna’da biraz dolaşıp havasını soluduktan sonra 20.00 sıralarında tren istasyonuna dönüp Firenze’ye giden trenimizi beklemeye koyulduk. Şunu söyleyebilirim ki Bologna’da beni cezbeden hiçbir şey olmadı. Saat 22.30 sıralarında Firenze’deydik..