İDEAL KENT ÜTOPYASI
MASAL GİBİ BİR ŞEHİR
URBİNO
“İnsanlar
hangi dünyaya
dikkat kesilmişse diğerine sağır
o ferah ve
delişmen birçok alınlarda
betondan
tanrılara kulluğun zırhı vardır”
İsmet Özel
Hangi
kente adım atsam İstanbul’u arıyordu gözlerim. Ruhum her kentte biraz İstanbul
havası arıyor her yeri ona benzetmeye çalışıyordu. Lakin bu kent çok başka bir
kentti… İstanbul’da ne yoksa burada var, İstanbul’da ne varsa burada yoktu.
Burası tarifi zor ama yaşanılası bir kentti. Dünyadan çok çok uzakta herkesin
unuttuğu bir kentti.
Bu şehir İslam coğrafyasından bir yer değil,
haçların gökyüzünde boy gösterdiği, Kuran’ı henüz tanıyamamış ve ondan mahrum
kalmış bir kentti maalesef. Lakin bir gün buraların İslamlaşmış olabileceği
düşüncesi sanırım benim için en büyük hayal olabilirdi şu an için.
Bir
kentte sizlerin aradığı nedir bilemem ama ben bir kente girer girmez onda ruh
ararım. Ve onun kalbine giden yolların ne olduğunu anlamaya çalışırım baktığım
haritanın çizgilerinin arasında gözlerim yol alırken ve beni o kente getiren
yolların arasından geçerken. Bir kentin nasıl ruhu olabilir, bir kent yaşayan
bir şey midir ki ruhu olsun, bu da sanırım Ahmet Hamdi Tanpınar’dan ve
İstanbul’dan öğrendiğim bir şey. İnsanoğlunu ruh sahibi olmak nasıl anlamlı
kılıyorsa bir şehri de o kadar anlamlı kılıyor işte. Girdiğiniz sokağın
sıradanmış gibi bir hissiyat vermemesi, sizi taşlarına basarken adeta faklı bir
dünyanın içine götürebilmesi, sizlere yaşanmışlıkları, tarihi haykırabilmesi, insan
olduğunuzu hissettirebilmesi, farklı bir huzur sunması her kentin harcı değil.
Yürüdüğünüz sokak sizleri şehrin ve şehirlilerin kalbine götürebiliyorsa o
şehirde özel bir şeyler olmalı bence. Evet şu an bahsedeceğim kent tam da bu
saydığım özellikleri taşıyan ve bana hissettirdiklerinin ancak buradaki havayı
solumak suretiyle anlaşılabileceği bir kent… İtalya’nın Marche bölgesindeki yüksek
yüksek tepelere kurulmuş, bol yokuşlu, etrafı surlarla çevrili küçücük, şirin
Urbino kenti…
Urbino,
Avrupa’lılar, özellikle de İtalyanlar için çok önemli yere sahip bir şehir
öncelikle. Avrupalılar karanlık çağlarını Urbino gibi ziyadesiyle küçük ama birçok
sanatçılar yetiştirmiş olan bu kent sayesinde atlatma çabasına girmişler ve
İtalyan Rönesans’ını başlatan sanat hareketlerinin belli başlı sanatçılarını ve
bilim adamlarını yetiştirmeyi başarmışlardır. Birçok Rönesans sanatçısının
çıraklık dönemi burada geçmiştir. Kentin ruhu vermiş olmalı tüm bu fırsatı
onlara.
Tarihsel
olarak bakacak olursak ilk çağda İtalyan’nın yerli halklarından Umberlerin
kurduğu Urbino daha sonra Etrüskler, Keltler, Galyalılar ve MÖ 3.yüzyılda Romalılar tarafından işgal edilmiş. 9. yüzyılda kilisenin yönetimine giren
kent 12. yüzyılda Montefeltro ailesine bırakılmış. Düklük ve ona bağlı kentler
1626'da Papalık Devletleri'ne, 1860'da da İtalya Krallığı'na katıldı. Burayı en önemli kılan şey ise coğrafi anlamda
dünyadan çok çok uzaklarda izlenimi veren kentin zamanında bir Düklük merkezi
olmuş olması…
Hani İstanbul’da her şey o kadar hızlı ve yoğun yaşanır ya , hani insanlar günün nasıl geçtiğini anlayamaz
ve kendini adeta bu yoğunluk içinde bir rüyanın içinde zanneder ya işte burada
da sanki her şey ağır çekimde yaşanıyor. Burada kimsenin acelesi yok hiçbir şey
için, her şey hissedile hissedile yaşanıyor ve belki de en koşuşturmalı
davranışları ben sergiledim alışkanlıklarımın bana verdiği bir hal içinde.
İnsanlar birbirlerine selam verirken, alışveriş yaparken, otobüslere
binilirken, yürürken hatta koşarken… Her şey kentin havasına uygun bir
sakinlikte ilerliyor ki kendimi alamıyorum şu düşünceleri belleğimden
geçirmekten: şehrin havası insanoğlunu kendine böyle kolay ve güzel bir şekilde
uydurabiliyorsa tüm kentleri Urbino’ya benzetelim.
Bu
dünyada ihtiyacımız olan şey şaşırma, şaşırabilme yetisidir ki onun sayesinde
farkında olabiliriz çoğu şeyin. İşte bu şehir beni şaşırttı, bu şehir beni çoğu
konuda şaşırtıp hep büyük şehirlerde geçmiş hayatıma yeni bir pencereden
bakmamı sağladı. Basitlikleri içeren ama bayağı olmayan bir yapının içinde,
birbiriyle uyum içinde insanları görmek daha da çok değiştirdi fikrimi elbette.
Bir ömür burada yaşamak nasıl bir duygu olmalı merak ediyorum doğrusu.
Evet
buralarda kendimi çok yabancı hissettim,ayrı bir dünya görüşü, ayrı bir
coğrafya, ayrı bir mentalite.. Herşey ayrı.. Ama insan fıtratı hep aynı. Ve
bizler, eşref-i mahlûkat olarak bir şehirde insaniyetimizin farkına
varamadığımız an, şehir bizleri çirkin bir dünyanın içine çektiği an, bizleri
insani tarafımızdan uzaklaştırdığı an o şehrin fıtrata aykırı çok tarafı vardır
ve İbn-i Haldun’un da bize öğrettiği gibi “coğrafya kaderdir.” Ve bizler
kaderlerimiz konusunda cüzi irademizi şehirlerimizi insaniyetli yapmak
suretiyle şekillendirmek zorundayız.
Urbino’da
beni en çok etkileyen şeylerden bahsetmem gerekirse, öncelikle dar sokaklar ve
o dar sokaklar boyunca sıralanan, sanki içinde insan yaşamıyormuş da orda müze
olarak duruyorlarmış izlenimini veren evlerdir. Ve evlerin balkonların sarkan
çiçeklerdir. Burada bir tane bile gökdelen yok inanabiliyor musunuz? Burada bir
tane bile apartman yok hatta. Hem doğada yayılan keçileri görebilirsiniz hem de
İtalya Rönesans’ının en önemli eserlerini. Gökdelenlerin olduğu yer modern kent
değildir diyorum hemen kendi kendime yeniden. Aklıma hemen medeniyet kavramı
geliyor. Medine geliyor. Her şeyi bünyesinde barındırabilen kutlu şehir
geliyor. Bizler şehirleşmeyi, medenileşmeyi çok farklı anladık, şehirleşme bize
ahlaksızlık getirdi diye söylenip dururken bir kere daha güçlendi aklımdaki
savlar bu şehirle beraber. Coğrafi manada sanki etrafı Karadeniz, yapıları
Güneydoğu, kimliği İstanbul gibi bir şehir..
Sabahların
uyandığınızda araba sesleri değil de kuş sesleri sizleri uyandırıyorsa, çan
sesleri araba seslerine karışmıyorsa ve çan sesini ahaliye duyurmak için
hoparlör kullanmanız gerekmiyorsa, toprağa, çeşit çeşit çiçeklere dokunma
fırsatını size verebiliyorsa, güneşin doğuşunu ve batışını izlemenizi
engelleyen yüksek binalar yoksa ve bunun yanında insanlar kütüphaneleri
seviyorsa, kitaplar onları cezp ediyorsa bence bu şehre göz atmanızda büyük
faydalar vardır. Teknolojinin var olduğu ama tanrılaşamayacağı bir şehir…
Avrupa’da ama kendini korumayı başarmış, geçmişinden kopmamış ama çağın
gerisinde kalmamış bir şehir…
Şehirde
yürürken aynı kişiyle birkaç defa karşılaşma ihtimaliniz o kadar yüksektir ki
bu yüzden belki de bu şehir kendini size ait hissettirir hemen. Sizleri
tanımadığı halde “ciao” diye selam veren insanlara şaşırıp kalmanız da oldukça
normaldir; ama burada işler tam olarak böyle yürümektedir. Bu şehirde yabancı
olmak çok zordur yani. İsmet Özel’in şiirlerinde bahsi geçen “şehrin insanı, şehrin insanı şehrin/kaypak
ilgilerin insanı,zarif ihanetlerin.” , “şehrin insanı, şehrin insanı,
şehrin/pahalı zevklerin insanı, ucuz cesaretlerin” türünden insanlara rastlamak
da ihtimali düşük bir durumdur.
Şehrin nüfusunun neredeyse tamamını Hıristiyan
çoğunluk oluşturmaktadır. Lakin o güzel sokakların arasından geçerken başı
örtülü gördüğüm genç bir kız beni umutlandırmaya yetmiştir. Sonradan dost
olduğum ve Urbino’nun yakınındaki evlerinde ziyaret ettiğim ailesinden aldığım
bilgiler sayesinde öğrendiğim şu olmuştur ki Urbino’da başta Fas, Tunus,
Cezayir gibi Arap ülkelerinden göçme bir azınlık Müslüman grup vardır ve
elhamdülillah bu güzel insanlarla da sonradan tanışma ve dostluk kurmayı Rabbim
bana nasip etmiştir.
Burada da İtalya’yı dünya çapında meşhur
kılmış olan yeme alışkanlıklarını görmeniz mümkündür. Elbette ki pizza ve
makarnadan bahsediyorum. Pizzanın savaş zamanı yiyecek sıkıntısından dolayı
kadınların ellerinde olan malzemeyi bir şekilde değerlendirirken ortaya
çıkardıkları bir yemek biçimi olduğu bilgisini öğrenip gülümsüyorum tabi.
Marketlerde belki hayatınızda görmediğiniz kadar çeşit makarnalar ve makarna
sosları bulmanız, sokaklarda Türkiye’deki dönerciler gibi adım başı pizzacılar
görmeniz sizlere İtalya’da olduğunuzu hatırlatacaktır hemen. Akdeniz’in
kıyısında bir ülke olması sebebiyle yeme alışkanlıklarımız çok büyük farklılık
göstermemektedir ve Akdeniz kültürünün bizlere sunduğu sebzeleri burada da
bulmak mümkündür. Bunun yanında zengin kahve çeşitlerinden bahsetmeden
olmayacaktır. Espresso, macchiato, capuccino ve daha birçok zengin kahve çeşidi
sizleri ne içeceğiniz konusunda oldukça kararsızlığa düşürmektedir. İtalya
mutfağına dair bir şeyler söylemek oldukça zordur, çünkü oldukça zengin bir
mutfağa sahiptir ve bu da onların da en az Türkler kadar yemeyi sevdiklerini
bizlere göstermektedir.
Urbino’da
sadece yürümek ve o havayı solumak bile insana çok şey ifade edecektir eminim.
Ve bu küçük kent başta kiliseler olmak üzere birçok tarihi yapıya ev sahipliği
yapmaktadır. Lakin başlıca görülmesi gereken yerler üzerine birkaç şey söylemek
yerinde olacaktır.
Öncelikle
Dük’ün Sarayı(Palazzo Ducale)… Burayı Hristiyan dünyasının gözünde özel kılan
şey düklük merkezi olması ve zamanın dükü Federico Mentefeltro ve ailesine ev
sahipliği yapmış olmasıdır. Bu saray on beşinci yüzyılın ikinci yarısında inşa
edilmiştir ve şu anda Urbino’nun en önemli sembolüdür. Sarayın içinde yer alan
Ulusal Marche Galerisi’nde(Marche National Gallery) Rönesans dönemine
ait birçok tablo ve eser görmek mümkündür. Şu anda sanat galerisi olarak
ziyaretçileri kabul etmektedir. Bu sarayın içine girdiğimde farkına vardığım en
önemli şey sarayın yüksek tavanları ve resimlerin neredeyse hepsinin dini
figürler üzerine çizilmiş olmasıydı. Tabloların ya da heykellerin hepsi İsa,
Meryem ya da havarilerden oluşuyordu. Gerçekten o dönem hakkında bizlere çok
iyi fikir verebilecek nitelikte tablolardı bunlar. Rönesans hareketlerini bu
dini figürlerle dolu yüzlerce tablo yoluyla yapmış olmaları, bizleri din
karşısında bence daha çok düşünmeye itmelidir ki din hayatımızın en elzem
parçasıdır ve terakkinin dinden uzaklaşma yoluyla gerçekleşeceği zannı bizim en
büyük kaybımızdır.
Bahsedebileceğim
ikinci önemli yer ise Dük’ün Sarayı’nın tam yanında yer alan katedraldir. Avrupa’daki
her katedral gibi bu da oldukça görkemli, oldukça dikkat çekici… Dış cephesi tamamen
beyaza boyanmış, önünde iki tane görkemli heykele ev sahipliği yapan bir
görüntü arz ediyor dışarıdan bakanlara. Kiliselerin içi bize hiçbir zaman kendi
mabetlerimizin verdiği lezzeti ve huzuru verememiştir, veremeyecektir de. Her
kilise gibi karanlık, boğucu bir atmosfer içindedir içerisi.. Karşınıza çeşitli
heykeller ve bir büyük İncil nüshası çıkar girişte. Sonrasında dua sırasında
oturulması için dizilmiş sıralar, sandalyeler gösterir kendini. Ve tam
karşınızda, kendilerince çarmıha gerilmiş bir peygamber heykeli… İçerisi
oldukça soğuk, yüksek tavanlı ve karanlıktır. Camilerin bizlere sunduğu o
sıcak, samimi havayı hiçbir zaman vermeyi başaramayacağı aşikârdır.
Üçüncü
olarak meşhur ressam Rafaello’nun doğmuş olduğu evden bahsetmek yerinde olsa gerektir.
Evin içinde Rafaello’ya ait birtakım resimler ve Rafaello’nun kişisel
eşyalarını görmek mümkündür. Ayrıca kendisi gibi ressam olan babasının eserleri
de burada yer almaktadır. Ressam bir babanın ressam oğlu… Babadan gelme
gelenekle kendi dünyasına ışığını saçmıştır Rafaello.
Dördüncü
olarak Albornoz Kalesi(Fortezza Albornoz) dir ki burası şehre genel bir bakış
atmak ve soluklanmak için oldukça güzel bir yerdir. Tüm kaleler gibi buraya
çıkmak da belli bir çabayı, belli yokuşları aşmayı gerektirir. Albornoz
Kalesi’nin tam tepesinden Dük’ün Sarayı’nın tamamını görmek ve bir kez daha
büyülenmek mümkündür. Albornoz Kalesi’nin avlusu Osmanlı’nın otağ olarak
kullandığı alanlar gibidir. Tarihte o bölge de askeri amaçlarla, askerlerin
dinlenmesi için kullanılmıştır ve bu anlamda onlar için önemli bir yere
sahiptir. Günümüzde piknik alanı gibi insanların oturup dinlendiği, doğayı
dinlediği ve Dük’ün Sarayı(Palazzo Ducale)’nı seyrettikleri bir alan olarak
işlevsellik göstermektedir.
Beşinci
olarak Sanzio Tiyatrosu (Teatro Sanzio)’ndan bahsedilebilir. Bu tiyatro,
tarihsel kimliğini binanın dışında haykırmasının yanında içyapısı açısından da
bizlere birçok şey söylemek istemektedir adeta. Tiyatronun içi, kendi adıma
söylemem gerekirse müzikal tarzda yapılmış batı filmlerinde gördüğüm tiyatro ya
da opera salonlarından farksız, birkaç kattan oluşan seyirci bölgeleri ve bu
bölgelerdeki süslemeleri ve ihtişamıyla beni ziyadesiyle etkilemeyi başarmış
bir yapıdır. Emeğin olduğu her şey farklı bir anlamda görmemizi sağlıyor o
şeyi. Tiyatronun içi ve dışı birbirini
tamamlar nitelikte sizleri yüzyıllar öncesine götürme görevini başarıyla yerine
getirip sizlere veda ediyor.
Altıncı
olarak Carlo Bo Üniversitesi’nden bahsetmek herhalde oldukça yerinde olacaktır
ki bu üniversitenin kuruluşu 1506 yılına dayanmaktadır. Üniversitenin tüm
fakülteleri tarihsel binalar ve o tarihi atmosferin içindedir. Bu da o
üniversiteyi bir hayli güzelleştirmektedir elbette. Şehrin turistlerin dışında
nerdeyse tamamı öğrencilerden oluşmaktadır ve sokaklar profesör kaynamaktadır.
Lakin buradaki profesörler de şehrin havasını üzerlerinde taşımakta ve gayet
mütevazi davranışlar sergilemektedirler. Üniversite, turizm dışında bu şehri
canlı tutan en önemli etkendir.
Yedinci
olarak Botanik Bahçesi(Botanical Garden)’nden bahsedilecek olursa bu bahçe adından da
anlaşılacağı üzere birçok bitki çeşidini içinde barındırmakta ve bitkilere
meraklı olanlara birçok bitki çeşidini görme fırsatı sağlamaktadır. Doğal
hayata meraklı olan herkesin görmesi gereken bir mekândır.
Ve
Urbino’nun en önemli meydanları: Rinascimento Meydanı(Piazza Rinascmento), Cumhuriyet
Meydanı(Piazza della Republica)ve Dük Federik Meydanı (Piazza Duca Federico).
Meydanlar Urbino’da sosyal hayat faaliyetlerinin yürütüldüğü mekanları
etraflarında barındırmaları sebebiyle önemli bir nitelik taşımaktadır. Her şey bu
meydanlar etrafından ilerlemekte, insanlar bu meydanlarda buluşmakta, bu
meydanların etraflarındaki dükkânlardan alışveriş yapmakta, kafelerinde çay,
kahve içmekte kısacası tüm ihtiyaçlarının bu meydanın çevresinde
gerçekleştirmektedirler.
Evet, birçok şehirde
tarih var, İtalya’nın her tarafı tarihsel yapılarla dolu. Her taraf turistlerle
dolu… Lakin Urbino’yu dünyadaki birçok kentten ayıran, onu gezilecek görülecek
turist merkezlerinden ayıran çok ayrı bir şey vardır ki, örneğin Roma’dan
bahsedecek olursak Roma İtalya için belli başlı turist merkezidir ve adımınızı
attığınız her yer turistlerden meydana gelmektedir. Lakin aynı İstanbul’da ya
da Roma’da olduğu gibi tarihsel yapılar modern yapıların arasındadır ve bu da o
zamanın ruhuna gitmenizde engel teşkil edici bir unsurdur. Lakin Urbino’da
otobüsten indiğiniz andan itibaren, hatta Urbino’ya giden otobüse bindiğiniz
andan itibaren adeta bir zaman makinesine binmişsiniz gibi şehir sizi ortaçağa
götürmekte hiç geç kalmaz. Evet, zaman makinesi tanımlaması Urbino için
biçilmiş bir kaftandır. Burada girdiğiniz hiçbir sokak sizi yanıltmaz.
Binaların tarihini öğrenmek için bir turist rehberine de ihtiyacınız yoktur ki
onlar size çoğu şeyi anlatır bile, azıcık onlarla vakit geçirirseniz.
Urbino özellikle
Avrupa dünyası için tam bir sanat ve kültür merkezidir. Ve şehir UNESCO
tarafından Dünya Kültür Mirası olarak koruma altına alınmıştır. Bunun yanında
2019 Avrupa Kültür Başkentliği’ne aday olarak gösterilmiştir. Bunları bilmek ve
görmek bizi kendimizi tanımaya ve medeniyetimiz hakkında bazı farkındalıklara
varmaya elbette ki götürecektir. Farklı ufuklar açıp, bizlere “beton tanrılara
kulluğun” ne demek olduğunu, şehirlerimize ve bu yolla da aslında kendimize
yaptığımız işkenceyi anlatacaktır.
Buraya gelmek için Bologna havaalanına iniş
yapıp, yaklaşık 2 saatlik tren yolculuğu sonrası Pesaro istasyonuna gelmeniz ve
Pesaro istasyonundan da sizleri Urbino’ya götürecek olan 45 dakikalık otobüse
binmeniz yeterli olacaktır. Özellikle büyük şehirde yaşamış olan, ruhunu
dinlendirmek isteyen herkesin İtalya’da öncelikli olarak görülmesi gereken
yegâne şehirdir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder